sırtüstü yatıyordu. Bir şey sert ve acı verici biçimde, üst üste göğsüne bastırıyordu. Sıcak havayı içinden atıyordu.
Geri dönmek istiyorum.
Sıvıyı öksürürken, şiddetle sarsılıyordu. Göğsünde ve boynunda acı hissetti. Tıpkı işkence gibiydi. Boğazı yanıyordu. İnsanlar konuşuyor, fısıldamaya çalışıyorlardı ama sesler sağır ediciydi. Görüşü bulanıklaşmıştı, tek görebildiği bozuk şekillerdi. Cildi, bir ölününkü gibiydi ve uyuşmuştu.
Göğsü artık daha ağır geliyordu... basınç. Nefes ulamıyorum!
Daha fazla sıvıyı öksürdü. Öğürme hissine kapılınca soluk aldı. Soğuk hava ciğerlerine-dolduğunda, yeryüzündeki ilk nefesini alan bir bebek gibi hissetti. Bu dünya ıstırap vericiydi. Langdon’ın tek isteği ana rahmine geri dönmekti.
Robert Langdon ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Şimdi sert bir zeminde, havlulara ve battaniyelere sarılmış, yan yattığını hissedebiliyordu. Tanıdık bir yüz ona bakıyordu... ama etrafındaki ışınlar gitmişti. Uzaktan gelen bir şarkı hâlâ zihninde yankılanıyordu.
Verbum significatium... Verbum omnificum...
Birisi, “Profesör Langdon,” diye fısıldadı. “Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?”
Hâlâ öksüren Langdon, hafifçe başını salladı.
Ama her şeyden önemlisi, bu gece olanları fark etmeye başlamıştı.