Gökyüzünde soluk bir dilim ay, uçları salkım salkım buz tutmuş iri çam dallarına takılıp sallanarak yükseliyordu. Çamların gölgeleri sırtlarda, yamaçlarda uzanıp kısalıyor, beyaz karlar üzerinde; kah yıkık çatılı, kırık sütunlu bir mabet harabesinin hayali canlanıyor, kah dikit mağaralarını hatırlatıyordu.
Dar boğazı örten çığları; yalnız dağ başlarında esen keskin bıçak gibi rüzgarlar, sert buzlu kamçısıyla dağıtıp savuruyordu.
Ormana yaklaşırken tereddütle bakındık. Konağında misafir kaldığımız yerli arkadaş:
-Galiba erken geldik, dedi. Ay tepeye yükselmeli, tekeler o zaman birer ikişer görünürler. Bir kere de Geyikçi Hoca’ya soralım.
Yola çıktığımızdan beri karlar üzerindeki hayvan izlerini koklaya koklaya önümüzden giden kuru, esmer yüzlü köylüye seslendi:
-Hoca, sen ne dersin, erken mi?
Köylü, başını çevirdi, gülümsedi:
-Öyle ağam, vakit erken daha…
Rüzgar tutmayan kuytu bir köşe bulmuştuk. Dona çekmiş kalın kar tabakaları üstüne kepenekleri attık. Çiftelerimize dayanarak oturduk.
Yerli, misafir; sekiz, on avcı idik. Hepimizin kılığı başka şekilde idi. Kimimiz dolak sarmıştı, kimimiz ayaklarına çarık, yumuşak deri çizme geçirmişti. Bacaklarımızda aba pantolonlar, sırtlarımızda beli kemerli, önü ilikli yün, deri ceketler vardı. Boyunlarımıza kıl, tüylü atkılar dolamıştık. Yalnız gözlerimiz, burunlarımız üşüyordu.