Daha körpecik, pespembe, kocaman gözleri var, çok güzel!
Ona çok yakışan küçük bir elbise giydirmişler.
Onu aldım, kollarımda havaya kaldırdım, dizlerime oturttum, saçlarını öptüm. Neden annesiyle değil? Annesi hasta, büyük annesi de. Peki.
Bana şaşırmış gibi bakıyordu. Öpülüyor, okşanıyor, öpücüklere boğuluyor, ama bütün bunlara izin verirken arada sırada köşede ağlayan hizmetçi kadına endişeli bir bakış atıyordu.
Sonunda konuşabildim.
– Marie! dedim. Küçük Marie’m!
Hıçkırıklarla dolu göğsüme sıkı sıkı bastırıyordum. Bir çığlık attı.
– Ah! Canımı acıtıyorsunuz mösyö, dedi.
Mösyö! Zavallı çocuk beni görmeyeli neredeyse bir sene oldu. Beni, yüzümü, sözlerimi, sesimi unuttu, hem sonra bu sakalla, bu kıyafetlerle, böyle solgun bir halde kim beni tanırdı ki? Ne! Yaşamak isteyeceğim tek hafızadan çoktan silinmiştim bile! Ne! Şimdiden babası yoktu! Bu kelimeyi, büyüklerin diline yakışmayacak kadar tatlı, çocuk dilindeki “baba” kelimesini bir daha duymamaya mahkûm!
Ama yine de bu ağızdan, bir kere daha, sadece bir kere, benden alınan kırk sene karşılığında isteyeceğim tek şey.